Yalancının Mumu
Yalancının Mumu….
Dünyamızın mevcut durumuna baktığımızda bir şeylerin iyi gitmediği gerçeği can yakıcı biçimde yaşamın merkezine oturmuş durumda. Bu aynı zamanda İnsan düşüncesi ve eyleminin, geçmişten bugüne projelerini gerçekleştiremediği anlamına da gelmekte. Bu süreç Postmodernizm kavramı ile tanımlanıp tartışıldı epey zamandır. Süreç ilerleyip, tıkanıklıkta arttıkça yeni bir hikaye yazılması gerekliliğinin daha çok hissedilir ve dillendirilir olması kaçınılmaz gerçeklik olarak önümüze çıkmakta. İnsan ve eyleminin henüz bu gerekliliğe yanıt üretip, hayata geçirme konusunda beklentiyi karşılamaktan uzak olduğunu da saptamak gerekiyor. Hal böyle iken, modası geçmekte olan postmodernizm kavramı yerine şimdilerde bu tıkanmışlık durumu yeni bir kavramla dile getiriliyor; “Post Truth”. Dilimize gerçek ötesi, gerçeğin değersiz, anlamsız hale getirilmiş hali, hakikat sonrası olarak çevriliyor ve İçinden geçtiğimiz dönem de post truth dönem olarak tanımlanıyor. Sizin anlayacağınız “yalan dünya”. Kavram Oxford sözlüğü tarafından 2016 da yılın sözcüğü olarak ilan edilse de akademik anlamda ilk kez 2004 de Ralph Keyes in kaleme aldığı The Post Truth Era( Hakikat sonrası Çağ)adlı kitabında yer almış.
Oxford dictionary Post truth un sözcük anlamını; Kamu fikrini oluşturmada“somutgerçeklerin”, duygu ve kişisel inanışlardan daha az etkili olduğunu belirten sıfat olarak tanımlamakta. Yani halkın fikrini somut gerçeklikten ziyade duygu ve inanışları belirliyor diyor.
Keyes kitabında yalanı masaya yatırıyor ve tarihsel izleğini sürüyor ve diyor ki; Yalan söyleme alışkanlığının, dil becerilerinin gelişmesiyle beraber geliştiğini ve dürüstlük gibi öğrenilen bir davranış olduğunu yani donanımsal değil yazılımsal bir özellik olarak tanımlıyor. Post Truth dönemin en önemli aktörlerinin ise gazeteciler, politikacılar, din adamları ve önemli hikayeciler olduklarını söylüyor.
Keyer kitabında İnsan neden yalan söyler sorusuna;
1.Ağır bedeli yok (yalandan kim ölmüş!!)
2.Hayatı kolaylaştırıyor (beyaz yalanlar!!) cevaplarını veriyor ve ekliyor; Toplumları bir arada tutan şeyin geleneksel inanışların aksine yalanlar olduğuna inandığını ve yalanların sürdürülebilir olmasının ardında da bu toplumsal kontratların olduğunu söylüyor.
İnsanlığın Yakın ve uzak tarihine bir göz attığımızda aslında hepsi büyük insanlık dramı olan olayların ve önemli toplum mühendisliklerinin hep bir yalan ve yalanlar zinciri üzerine inşa edildiklerini görmemiz zor değil. Aklımıza şu soru geliyor? Peki neden bu döneme denk düştü; toplumsal kontratların yalan gerçeğinden yola çıkıp globalleşen vahşi yalanlara evriltilen bu durumu gerçek sonrası (post truth) dönem olarak tanımlamak ve üzerine fikir yürütmek. Görünen o ki yalan üzerine kurulan büyük siyasetlerin digital çağa geçmenin de etkisiyle yayılması ve daha bir işlevsellik kazanması yanında, görünürlüğünün de artmaya başlaması gibi bir durumla da karşı karşıya kalınması da söz konusu .Bu büyük yalanlara bir meşruiyet mi kazandırılmaya çalışılıyor diye sormadan edemiyor insan. Gerçekten yalanlarla bezenmiş daha doğrusu yalana batmış günümüz dünya döneminin post truth gibi bir sıfatla tanımlanıp, çerçevelendirilmesi farkındalık yaratma açısından kayda değer bulunabilir. İnsanoğlunun yazılı olmayan, bir arada yaşama kontratları çerçevesinde işlevinin varlığı kabul edilen masum yalanlarından yola çıkıp, insanlığı felakete götüren çıkar amaçlı, yıkıcı yalanları da bu sıfatın (post truth) içerisinde eritip, bunun da dünyanın zaten yalan olduğu gibi bir safsataya evrilterek sunulması ve topluluklar tarafından içselleştirilip “yalan dünya”nın normalize edilmesi gibi bir işlevselliğe de hizmet edeceğini de göz ardı edemeyiz. Bunun aynı zamanda insanın gerçeğe olan inancını ve sahiplenmesini zayıflatıcı etki yaptığını yine tarihsel süreçler içindeki örneklerinden biliyoruz. İnsan, her ne kadar türlü yalana sözel ya da davranışsal olarak bulaşmış bir yaşam içerisinde olsa da aynı zaman da yalana karşıt olan, gerçekliği sahiplenen içsel bir dünyaya da sahiptir. Burada önemli olan içimizdeki gerçeğe dair düşünce ve duygunun dışsal dünyada ki yalanlar tarafından ele geçirilip yok edilmesine seyirci kalınıp kalınmamasıdır. Düşüncelerle davranışlar arasındaki tutarlılık ilişkisinde düşünceleri oluşturan süreçler belirleyicidir. Bilginin olabildiğince zenginleştiği ve ona ulaşmanın bu kadar kolaylaştığı bir ortamda aklın bu bilgiyi sentezleyip bir rasyonel düşünceye evriltmesi zor değil. Ancak gerçeğin neye göre gerçek olduğu tartışması bir yana ortalama kabulü olanları bile eğip bükme becerisini gösterebiliyorsa, insan beyni bunun acısını hafifletici mekanizmaları, genelleştirmeleri ve normalize eden tanımlamaları da kullanacaktır elbette.
Kapitalizmin arzu ve isteklerini kışkırtarak ele geçirdiği insan halinin geldiği durumu geçtiğimiz on yıllarda postmodernizm bağlamında tartışa dururken şimdilerde de işin boyutu itibariyle artık neredeyse gırtlağına kadar yalana boğulmuş dünya halini Post Truth a havale etmek gibi indirgeyici bir bakış elbette tatmin edici olmaktan uzaktır. Post Truth dönem tanımlaması bir miktar vaziyeti idare ediyor gibi gözükse de artık mızrağın çuvala sığmadığı gerçeği de gün gibi ortada. İnsan çoğunluğunun, belli bir azınlık çıkarları uğruna, kasıtlı üretilmiş yalanlar üzerine kurulmuş düzende ezilmeye, sömürülmeye, açlık ve sefalete, zulme ve savaşlara maruz ve mahkum bırakılması gerçeği ortada dururken, Post truth’un da benzerlerinin de ömrü de bir yere kadar. “Yalandan kim ölmüş” masumiyetinden “Yalandan insanlık ölüyor” vahşiliğine evrilmişse vaziyet, Yaşamın diyalektiği bize post truth’a “Gerçek” tarafından bir tokatın geleceğini de fısıldar aynı zamanda. Yalancının mumu mu? Üflediğimiz de sönecek.